Özgüven, Öz Yeterlilik, Öz Saygı, Yaratıcılık, Eleştirel Düşünme, Sabır, Şefkat, Merhamet, Bağ Kurma
Ne yazık ki hayatın olağan akışının neredeyse ana belirleyici olan sosyal medyanın yakın geçmişte bir dönem gündeminde on yıl önce, on yıl sonra (#10yearschallenge) furyası vardı, o günlerde düşünüp şimdi nasip oldu; bugün onlu yaşlardaki kuşağın gelecekleri hususunda bir yazı kaleme almak…
Şimdi hangi özellikleri olan çocukların, ileride nasıl bir iş meslek ve aile hayatı olacak?
Bundan 20 – 30 sene sonra, hangi mesleklerin olacağını, hangilerinin revaçta, hangilerinin daha kenarda kalacağını dünyanın bu baş döndürücü değişim hızında kestirebilmek mümkün değil. Fakat şunu görmek mümkün, bugünün birçok mesleği ya olmayacak ya da büyük dönüşümler geçirecekler. Bununla birlikte şu niteliklere gereksinim asla azalmayacak. İşbirliği yapabilmek, insanlarla bağ kurabilmek, etkili iletişim kurabilmek, eleştirel düşünceye sahip olmak, yaratıcı ve pratik zekâya sahip olmak, öğrenme – keşfetme merakı içinde olmak ve nihayet öz yeterlilik sahibi olmak. Bu nitelikleri varsa kişinin, ne iş yaparsa yapsın, hangi çağda yaparsa yapsın başarılı olacaktır. Dolayısıyla çocuk yetiştirirken, ileride hiçbir işe yaramayacak bilgilerle donatmak, doldurmak yerine, bahse konu nitelikleri kazandırmaya yönelik, bu hususlarda meraklarını uyandırmayı amaç edinen eğitim, etkinlik, uygulama vs. vermeye özen göstermeliyiz. Ancak burada dikkat edilmesi gereken asıl husus bu edinimlerin kazandırılması gereken yerler ne yazık ki okullar değil, hayatın içidir. Hayatın içi denilince de elbette öncelikle ev ve aile yaşamı, sonra da evin dışındaki hayat. Mesela spor, sosyal faaliyet ve etkinlikler, sivil toplumculuk… Bireylerin daha 13-14 yaşından itibaren de uzun tatil dönemlerinde çalışma deneyimleri kazanması gerekir. Çünkü çalışma hayatıyla ancak eğitim hayatının sonunda karşılaşan gençler bu hayata karşı daha az şansla yola başlamış oluyorlar.
Neden Öz Yeterlilik?
Özgüven anne babaların ya da genel olarak toplumun kendisine atfettiği önem kadar önemli değildir. Yalnız dikkat, önemsizdir demiyorum ama ebeveynlerin ve toplumun kahir ekseriyetinin düşündüğü kadar önemli değil. Peki neden? Çünkü özgüven, bir anlamda başkalarının değerlendirmelerine açıktır yani insanlar başarılı oldukça özgüven kazanıyor ve / veya özgüvenlerini artırıyorlar. Oysa hayat tek başına başarıdan oluşan bir döngü değildir. Aslında başarısızlıklar hayatın içinde insanı geliştiren en önemli aşamalardır. Tabi şu tarz değerlendirmeleri yapmak koşuluyla. Başarısızlık halinde ne öğrendim, bir dahaki şansımda ne yapabilirim gibi soruların sorulması önemli. Hâlbuki değerini sadece başarıya bağlı olarak gören bireyler, şu yollara üç şeye pek sık başvuruyorlar: Bir, sebebi kendi dışlarında arıyorlar.
Başarı halinde, iyiyim, güzelim, değerliyim, önemliyim, seviliyorum derken; başarısızlık halinde de kötüyüm, çirkinim, değersizim, önemsizim, sevilmiyorum duygu ve durumları ortaya çıkıyor. Onun için insanlar başarısız olduklarında bu yıkıcı duygularla baş edemediklerinden ya da hiç yüzleşmek istemediklerinden ilk aşamada başarısızlığın sebebini kendileri dışında arıyorlar. İkinci aşamada ise kolayca yalan söylüyorlar ve maalesef bu bugün en çok gördüğümüz şey! Üçüncüsü ise daha da enteresan, hile yapıyorlar, yan yollara sapıyorlar ama bundan da enteresanı yakalandıklarında utanmıyorlar. Çünkü vicdan gelişimi tamamlanmamış olduğundan; ne var canım herkes yapıyor anlayışında oluyorlar. Bu nedenledir ki asıl değer atfedilmesi gereken kavram özsaygıdır.
Başarısız olunduğu zaman etik dışı yollara saparak başarı elde etme peşinde koşmam, başarısız olduğumda da değerliyim, başarısızlığımdan ders alırım yoluma devam ederim. Bu özsaygının gelişmesi için yani buradan yoluma devam ederim, bundan ders alırım diyebilmek için de öz yeterliliğe sahip olmak gerekiyor. Nedir öz yeterlilik? Bir problemi çözebileceği inancına sahip olmak, o problemi çözmek için harekete geçmek ve nihayet çözümü için gayret göstermek. Çözemediği zaman da vazgeçmeyip yeni yollar yeni yöntemler denemek tabi ki ahlaki sınırlar dâhilinde kalarak.
Öz yeterlilik, çok küçük yaşta, 1-1,5 yaşından başlayarak gelişiyor. Nasıl gelişiyor? Ev işlerini yaparak gelişiyor. 1-1,5 yaşındaki çocuk ne yapar? Mesela oyuncaklarını toplar. Büyük çoğunlukla evlerde çocukların işleri anneleri babaları tarafından yapılıyor. Orta gelir seviyesinin biraz üzerinde olan ailelerde bakıcılar tarafından yapılıyor. Biraz daha yüksek gelir grubundaysa, çocukla birlikte yaşayan bakıcılar her şeylerini yapar hale geliyor. Bu nedenle yaşamsal beceri kazanacakları deneyimler yaşamıyorlar. Herhangi birşeyi elde etmek için istemeleri yetiyor. Hal böyle olunca insanoğlunun doğası gereği istemenin de sonu gelmiyor. İstedikleri olmadığında, ağlama sesi (bakın ağlamıyorlar) çıkarıyorlar. Çığlık atma, kendini yere atma, başkalarına vurma, eşyalara zarar verme ve sayılamayacak kadar çok çeşitlilikte psikolojide temper tantrum diye ifade edilen terim anlamı öfke krizi olsa da “karşı tarafı ikna etmeye dönük bilinçli ve / veya içgüdüsel anlamsız davranışlar” diye ifade etmenin daha doğru olacağı bir yöntem geliştiriyorlar.
Çoğunlukla bu yolla istedikleri sonucu sadece biraz gecikmeli de olsa hatta çoğu zaman da kendileri açısından daha da kazançlı olarak elde ediyorlar. Üstelik bu durum zengin ile fakir arasında fark olmaksızın böyle gelişiyor. Bu da öz yeterliliğin gelişmesini engelliyor ve özsaygı oluşmuyor. Hayata böyle başlayan bir çocuk, böyle yetişen, gelişen bir genç, hayata baktığı zaman insanları, kendi ihtiyaçlarını karşılayan araçlar olarak görüyor. Bunu göremeyince ya da bulamayınca, o insandan kurtulmak istiyor. Meselenin bir cephesinde bu var. Hayatta sahip olduklarını elde etmek için mücadele etmeyen insanlar, nedeni belli olmaksızın her şeyi kendilerine hak görüyorlar. Başlangıçtaki belirttiğim gibi bugünün çocukları, yarının yetişkinlerinin yaratıcılığını engelleyen dört özellikten bahsedebiliriz.
1- İlişki Geliştirmede sorun 2- İşbirliğinde sorun 3- Eleştirel Düşüncede sorun 4- Yaratıcılıkta sorun… Bugün her gelir düzeyindeki çocukların evlerinde oyuncak dolu. Hatta öyle bir şey ki varlıklısından, sınırlı düzeyde gelire sahip ailelerin çocuklarına kadar bütün çocukların çok oyuncağı var. Varlıklısı, daha pahalı, daha lüksü, elektroniği ile markalısı ile oynuyor, sınırlısı daha ucuzu ile ama her durumda çok.. Haliyle erişilebilir bir şey. Dolayısıyla bir çocuğa oyuncağın heyecan verme özelliği ambalajını açana kadar sürüyor. Ambalaj açılıyor, heyecan kaçıyor ve o da diğerlerinin yanına atılıyor. Bu durum hem yaratıcılığı engelliyor hem de hayatın ileriki dönemlerinde sağlıklı ve derin ilişkiler kurmaya engel oluyor. Yani özel ilişkilerde, kişinin hayatında özel ve önemli yer tutması gereken durumlarda da ilişkinin ömrü, ambalajının açılmasıyla sınırlı oluyor. Biri bitince başkasına geçiliyor. Üçüncü özellik olan işbirliğine gelince…
Biz çocuklarımızı sadece ve sadece kaç aldın, kaçıncı oldun, nereyi kazandın; başkalarının arasındaki yerine göre değerlendiriyoruz. Bir anlamda insanların hayat başarısı bugünkü eğitim sistemi içerisinde hayat başarısı; başkalarının önüne geçmekle ilgili. Ne kadar iyi olursanız olun, iyi olmanızın önemi yok, başkalarının önünde misiniz, önemli olan bu! Onlardan iyi olmanız lazım. O zaman şu denebilir; insanlar, başkalarının ödediği bedel karşılığında iyi oluyorlar ya da insanlar başkalarının ödediği bedel kadar iyi oluyorlar. İşte bu insanlar iş hayatına gelince neler oluyor? Başkalarıyla etkileşmeye, ilişki kurmaya ihtiyaç hissetmiyorlar. Başarıyı sadece kendi performanslarına bağlı olarak görüyorlar. Hâlbuki iş hayatında başarı, başkaları ile kuracağımız ilişkilerden kaynaklanıyor. Diğer taraftan eleştirel düşünce bir başka önemli başlık. Eleştirel düşünce konunun sunulan yönünün arkasına bakmayı, ona alternatifler geliştirmeyi içine alır. Oysa biz tek tip insan yetiştirme ve itaat etme boyutu üzerine bir eğitim kurgulayınca aile içinde ve/veya eğitim sisteminde ister istemez eleştirel düşünce ortadan kalkıyor itaat ve boyun eğme alıyor bunun yerini.
O zamanda 21. Yüzyıl için ihtiyaç duyulan etkinliklerde ve ihtiyaç duyulan alanlarda, yeni ortaya çıkacak olan mesleklerde başarı şansı olmayan çocuklar yetiştiriyoruz. Deniyor ki Çince öğrensin, kod yazmayı öğrensin, geleceğe hazırlansın. Bunlar nafile çabalar. Neden? Çünkü bugün belirtileri çoktan ortaya çıktığı gibi dil öğrenme ihtiyacı ortadan kalkacak, dijital hayat çok kısa süre sonra size, karşınızdaki hangi dili konuşursa konuşsun, anında onu anlamanızı ve karşılık vermenizi sağlayan imkânları sunacak. Tabi ki dil öğrenmeyi buna indirgemek değil muradım ama özellikle iş hayatında çok da yaygın olmayan dilleri öğrenme gereksinimi kalkacak. Kod çözmek, kod yazmak bunlar da marifet değil. Bugünün çocukları yirmili yaşlara geldiğinde kod çözmek, yazmak okuryazar olmak gibi bir şey olacak. Bugün kimse işe başvurduğunda ben okuryazarım demiyor. Dolayısıyla önemli olan kişinin bunlarla ne yapacağı… Bunu başka insanlarla yapacak, o insanlara kendini ve kendilerini önemli hissettirecek, var olan problemi başka açıdan görecek, buna yaratıcı çözüm önerecek, meraklı olacak ve bu arada da hep başarısız olacak ama başarısız olduktan sonra da kalkıp yeniden mücadeleye devam edecek. Minik bir çocukken koltuğa tırmanmaya çalıştığında onu kaldırıp koltuğun üstüne koyan annesi gibi birilerinin onu düştüğü yerden kaldırmasını beklemeyecek. Bunun sonunda da kendini dahi yeniden yaratacak. Yaptığı işte, icra ettiği meslek de başarılı olma erdemini kazandırmak gerekiyor.
Çocuklara bazen yetişkin gibi bazen de çocuk gibi hatta kendi yaşından bile küçük bir çocuk gibi davranıyoruz ve bunun yerini ve zamanını kestiremiyoruz. Eminim bazen düşünüyorsunuzdur bunun doğru zamanlaması nedir diye! Aslında çocuğa olan davranışı büyükmüş gibi ya da çocukmuş gibi anlayışlarıyla belirlemek doğru değil. Karşımızdakinin her yaştaki seviyesine göre bir birey olduğunu kabul etmek ve bunun gereği gibi davranmak lazım. İyi anne – baba olmanın da iyi bir yönetici olmanın da ortak iki özelliği var. Bunlardan bir tanesi sabır… Sabır bir şeyin yanlış yapılmasına dişlerini sıkarak tahammül etmek demek değildir. Her ne olursa olsun (çok acil ve mücbir sebepler hariç) konuya doğrudan dalmadan, önce sorarak başlamak. Mesela çocuğunuzun size sorduğu, size çok anlamsız gelen hatta sinir bozucu olan bir soruya önce; “bunun neden sordun” diye başlamak lazım –ki böylece esas meramını yani o soruyu sormasının arkasında sebebi anlamak mümkün olsun. Ondan sonra ona, “sen bu konuda ne düşünüyorsun” diye sormak lazım. Bu yöntem problemli konular için de bilgi alma konuları için de geçerlidir. Söyleyeceğimiz şeyler ondan sonra değerli olacak. Çocuğumuza herhangi bir konuda müdahale edeceksek, soru sorarak başlamalıyız; ilk söylemeyi düşündüğünüzden farklı bir şey söyleyeceğinizi göreceksiniz. İyi bir yöneticiliğin, bir ekibe liderlik etmenin, mentörlük etmenin özünde de bu var. Soru sormak, iyi soru sormak, karşı tarafın söylediklerinden yeni ve anlamlı sorular üreterek, onun kendi adına doğru yolu bulmasına imkân sağlamak var.
Bir diğer özellik ise şefkattir. Burada şefkat, arkasında olduğunu hissettirmektir. Bakın sevgi değil. Ne yazık ki insanlar sağlıksız sevgileriyle çocuklarını gelişimini olumsuz etkiliyorlar ve bunu da “çok sevdiğim için” şeklinde tanımlıyorlar. Peki, nedir sağlıksız sevgi? Çok çeşitli tezahürleri var. Çocuk istiyor, ağlıyor gibi bir gerekçeye sığınarak istediği her şeyi sınırsızca almak gibi, çocuğu kendi yatağına yatırmak gibi (-ki bunlar çocuğun ihtiyacından çok ebeveynin ihtiyacıdır)…
En yaygın sağlıksız sevgi işaretleri de bu son yıllarda yaygınlaşan, çocuğa anneciğim, babacığım diye hitap etme. Dedeciğim, babaanneciğim, anneannemciğim, teyzeciğim, dayıcığım bunların arkasından geliyor. Bir düşünün çocuğunuza isim vermek için ne kadar çok uğraştınız. Hatta kim bilir ne büyük çekişmelere, çatışmalara sebep olmuştur. Öyle bir dakikada aklınıza gelip de adını koyuvermediniz. Mutlaka bir çabası ve/veya hikâyesi vardır, o ismi koymanızın. Çocuk ismiyle bir kimlik kazanıyor. Bunu isimler, karakteri, kişiliği etkiler vb. gibi bir iddia ile söylemiyorum. O çok başka bir konu. Onun bir adı var ve o bir kimlik. Oysa biz çocuğa anneciğim, babacığım dediğimiz zaman, ne yapıyoruz, çocuğu kendimizin bir parçası haline getiriyoruz. Bir taraftan çocuğumuz, bağımsız bir birey olsun, kendi kararlarını alsın, muhakeme gücü gelişsin, kendi ayaklarının üzerinde dursun diye çabalıyoruz ama öbür taraftan en basit haliyle ona hitap ederken bile kendimize yapıştırıyoruz.
Alt metni, sen benim bir parçamsın, bensiz bir hiçsin gibi algılanma ihtimali yüksek bir mesaj veriyoruz. İkincisi ve aslında daha vahimi hatta anlaşılması güç olanı; sevgilim, aşkım hitapları. Kelimeler ölümün ve yaşamın gücüne sahiptir. Kelimelerle insanları yaralayabiliriz, bıçak yarası geçer, kurşun yarası geçer de dil yarası geçmez. Hepimizin hayatında böyle yaralar vardır. Bir zamanlar düşmüşüzdür, dizimizi çarpmışızdır ve o zaman bu bizim çok canımızı yakmıştır ama şimdi onun nerede olduğunu bile hatırlamayız ama 40 yıl önce biri bize bir şey demiştir, öyle içimize işlemiştir ki 40 yıl geçmesine rağmen hatırlarız. Kelimeler bizim düşünce sistematiğimizi yansıtır. Dildeki kelimeler kültürün sistematiğini yansıtır. Mesela arkadaş dediğimiz zaman bakarız, yazılı metinler ne der? Türkler arkalarını kayaya dayayarak savaşırlarmış, o zaman bizim için arkadaş neymiş; arkamızı kayıtsız şartsız yasladığımız, güven duyduğumuz bir insanmış. Sevgilim demek ne demek, aşkım demek ne demek? İnsan bu kelimeleri, bu hitapları kime kullanır. Bir anne oğluna sevgilim aşkım diyorsa, bir baba kızına sevgilim, aşkım diyorsa, bu o ana ilişkin bir şey değildir sadece. Bu kelimeler kendi içinde cinsellik ihtiva ederler. Siz istediğiniz kadar aklınızın ucundan dahi geçirmeyin!
Çalışan anne babaların en büyük derdi, çocuklarıyla yeterince zaman geçirememektir. Özellikle de büyük şehirlerde işe gidiş geliş zamanlarının da büyük yer tuttuğu düşünülürse hakikaten zaman ciddi sorun. Ancak son zamanlarda herkesin dilinde olan kaliteli zaman geçirmek meselesi var. Burada unutulmaması gereken şey, iletişim ve ilişki kavramlarının birbiri ile karıştırılmaması gerekliliği. İletişim belli kuralları, teknikleri olan, öğrenilen bir şeydir. Mesela bir kişiye selam verdiğiniz zaman da hatırını sorduğunuz zaman da iletişim kurduğunuzu düşünürsünüz. Oysa ilişki kurmak, ilişkiyi geliştirmek, bağ kurmaya bağlıdır. Bağ kurmak, karşımızdakinin önem verdiği bir şeye önem verdiğimizi göstermektir. Yani çocukla kaliteli zaman geçirmek, ona bir şey anlatmak, onunla bir şey yapmak ve o zamanın geçmesini beklemek demek değildir. Kaliteli zaman geçirmek bağ kurarak, onun önemsediği şeyi önemsediğinizi göstererek ve bundan da keyif aldığınızı hissettirerek olur. Büyükşehirde yaşarken, çalışan anne danışanlarıma, işten geldiğinizde hemen ev işlerine, mutfağa dalmak zorunda kalıyorsanız yani çocuğunuzla vakit geçirme imkânınız yoksa bir makara ip alın ve bir ucunu çocuğunuzun beline bağlayın bir ucunu da siz belinize bağlayın derdim. Hiçbir şey yapamıyorsanız böyle yaparak bağ kurun diye… Böylece sana yemek yapmak için mutfakta olmak zorundayım ama seninle bağım var, ipin ucundayım, seninleyim mesajı vermiş olursunuz tavsiyesinde bulunurdum ve çok olumlu geri dönüşler alırdım. Kısacası işin özü çok ya da az zaman geçirme değil kaliteli zaman geçirmekse bunun da özü bağ kurmaktır.